14 Haziran 2008 Cumartesi

Yavuz Bahadıroğlu ile Röportaj


Yavuz Bahadıroğlu ile röportaj...

Meryem Aybike Sinan `ın röportajı

Yavuz Bahadıroğlu ismi bizim kuşağın zihninde tarih sevdiren, tarihi destanlaştıran bir abide şahsiyettir. Bizim tarih bilincimizin şekillenmesinde ciddi katkıları olmuş büyük bir zirvedir. Zaten bir elin parmakları kadar az olan tarihî roman yazarlarımız arasında seçkin bir mevkisi vardır. "Sunguroğlu" "Buhara Yanıyor" adlı romanlarıyla yüzbinlere ulaşmış, ülkemizde tarihî roman okunma bilincini ciddi anlamda etkilemiş bir efsane isimdir Yavuz Bahadıroğlu . Bu söyleşi için kendisiyle bağlantı kurduğumuzda bize gösterdikleri hüsnüniyet ve alicenaplık karşısında kendimizi mahçup hissettik diyebilirim. Tevazunun da adresini yeni baştan öğrenmiş olduk . Değerli büyüğüm Yavuz Bahadıroğlu "na buradan teşekkür ediyor siz sevgili okurlarımızı söyleşinin lezzet pınarıyla baş başa bırakıyoruz:

SİNAN : Yavuz Bahadıroğlu bizim için bir tarih gibidir. Osmanlı tarihinin efsunlu tarafını bize anlatan, ilk çocukluk yıllarımızdan beri bize tarihimizin ölümsüzlük pınarlarından kana içiren bir Alperen "imizdir. Yavuz Bahadıroğlu kimdir diye sorsak cevabınız ne olurdu?

BAHADIROĞLU : Kim olduğumu değil de kimler olmak istediğimi olmak istediğimi sorsanız, cevabı daha kolay verebilirdim. Mümkün olsaydı, Hz . Ebubekir kadar fedakâr, Hz . Ömer kadar sert, ama mert; Hz . Osman kadar mülayim ; Hz . Âli kadar cesur; Mevlâna kadar âşık; Yunus kadar duygusal; Gazali kadar âlim; Bediüzaman kadar mantıklı; Evliya Çelebi kadar dinamik, Sadi kadar hayalperest , Nasreddin Hoca kadar komik olmak isterdim&

Kim olduğuma gelince; Başkalarına hadlerini bildirmek yerine, haddini bilmek için dünyaya gönderildiğine inanan gariban bir yazarım . Halkın sevgi ve teveccühünü bir ikram-ı İlâhî olarak görüyor, şükrediyorum.

Pazarlıyım (Rize "nin bir ilçesi ) ama dünyaya geldiğim yeri ben seçmedim. Soyumu-sopumu ben seçmedim. Adımı-soyadımı ben seçmedim. Okuduğum okulları bile ben seçmedim. Bunlar kendi irademle olmadı. Kendi irademle olmayan şeylerden niçin bahsetmeliyim? Yazarın nerede doğduğu, nerelerde okuduğu, ne zaman evlendiği, halen evli olup olmadığı, çocuklarının sayısı kimi ilgilendirir? Bunların ne önemi var?

Yazar, yaşadıklarıyla değil yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, ürettikleriyle ve topluma katkısıyla değerlendirilmeli.

Özgeçmişler beni fazla ilgilendirmiyor. Hem "özgeçmiş" nedir ki? Özgeçmiş önemsiz bir ayrıntıdır. Zaten benim kuşağın (1945 doğumluların) öz geçmişi filan da yoktur. Hatta geçmişimiz bile yoktur. İdeolojik şiirlerle, sloganlarla, ders kitaplarına tıkıştırılan yalanlarla, abartılı övünme ve şişinmelerle bizim kuşağın çocukluğunu çaldılar.

Kana kana oynayamadık, çünkü oyuncağımız yoktu. Doğru dürüst karnımızı doyurmaya yetecek ekmeğimiz de yoktu. Diyelim ki bir şekilde karnımız doydu, oyuncağı da bulduk; yine oynayamazdık; zira millî bayramlarda okumak için bol bol "cumhuriyet -hürriyet " kafiyeli şiirler ezberlemek zorundaydık.

Her bayram, altı delik lastik ayakkabılarımızı çamurlara vuraraktan çığlık çığlığa şiir bağırırdık: "En büyük cumhuriyet / Bize verdi hürriyet ..."

Cumhuriyetin tek başına hürriyet demek olmadığını, hürriyet demek olması için insan hakları ve demokrasi ile bütünleşmesi gerektiğini neden sonra öğrendim. Öğrendiğimde de aldatıldığımı, yanıltıldığımı düşündüm. Zaman zaman çocukluğuma dönüp, "Sen aslında başka birisin" diye diye benliğimi ruhumdan koparanlarla hesaplaşmak istedim...

Zaman oldu bu kabil telkinler yüreğimde buz tuttu. Telkinlerin karmaşasıyla tehditlerin ürküntüsünde kimliğimi yitirdim. Kimliğimi ararken, baktım kendi kendimle yüz yüze gelmişim. "Ben aslında benim" diye haykırmak istedim o an, fakat tek seslilik haykırışlarıma geçit vermedi. Ancak kendi kendime fısıldayabildim: "Ben kimim?", "İnsan nedir?" diye; "nereden geldik?", "Nereye gidiyoruz?"

Yıllar boyu sorularımı kendime sakladım. Kimseye soramadım. Kendimi kimselere açamadım. Açamazdım, çünkü bazı sorunları düşünmek kadar bazı soruları sormak da yasaktı. Bazen sorularım gırtlağıma dizilir, soluksuz kalırdım.

Yıllar boyu soluksuz kaldım. Tüm soluksuz kalışları "sekerat" zannedenler, soluksuzluklarımı ölüm haline verdiler. Soluksuzluğun aslında bir yeni soluk, belki bir "sur-i İsrafil " olabileceğini kestiremediler. Oysa ben nefesim daraldıkça düşünüyor, hayatla ölüm arasındaki ince çizgide varlık arıyordum.

Kalıplar işte o çizgide kırıldı. Kitaplarım o çizgide doğdu. O çizgide kitaplaşmaya başladığımı hissettim. Kısacası hayat, hayal ile o çizgide iç içe girdi....

Artık kestirebilene aşkolsun: Hangisi hayat, hangisi hayal?..

Hayal nedir sahi, peki ya hayat nedir? İnsanın kâinatla ilişkisi nerede başlar, nerede biter? İnsan ne kadar kâinat, kâinat ne kadar insandır?

Dizi dizi merakın ardından sonsuzu arayışım başladı. Bu bir bakıma insanın kendini arayış serüveniydi.

Kitapta ve tabii "kitab -ı kebir-i kâinat"da kendimi aramam uzun sürdü. Kifayetsiz kelimelerde kendimi çözmeye çalışmak ise neredeyse bir ömür aldı. Sonunda bireysel çözümlerin o kadar da önemli olmadığını anladım. Toplumsal çareler ve çözümler gerekliydi: Fakat bu nasıl olacaktı?

Üstelik öyle bir zaman ve zeminde yaşıyorduk ki, insanlar âdeta bir birini incitmekten, hırpalamaktan, yaralamaktan, zorlamaktan zevk alıyordu. Ben ise -ancak elli yaş kertesinde- inançlarından, tercihlerinden, intisaplarından ve düşüncelerinden dolayı kimseyi incitmeme, hırpalamama, horlamama, zorlamama kararı alabilmiştim.

O gün bugündür, beni incitme fırsatını başkalarına vermemek için kendi duygularımı incitiyorum. Başkalarını hırpalamamak için kendi ruhumu hırpalıyorum. Başkalarını yaralamamak için de kendi yüreğimi yaralıyorum.

Bu yüzden yaşadığım yıllardan daha yaşlı biriyim: Hem yaşlı, hem yalnız.

"Dünya" denilen şu ormanda, kitaplarım benim sığınaklarım. Onlarla yalnızlıktan kurtulurum. Kendimi hâlâ satırlarda çözmeye çalışır, geçmişimin en görkemli hikâyesini sayfalarda ararım. Yani her kitabımda bir bakıma kayıp özgeçmişimi arar, her kitabıma yitik özgeçmişimin notunu düşerim: "Bir varmış, bir yokmuş."

Kısacası, kitaplarımla ben ortak bir serüveniz.

Yirmili yaşların son kertesine doğru gazeteciliğe başladım (Temmuz 1971). Önümde büyük hedefler, yüreğimde heyecanlı çırpıntılarla yıllar boyu yazdım. Gecem gündüzüm bir birine girdi. Uykuda bile yaşadım. Benim için yazmak, sevmek ve yaşamaktır.

Çocukluğum kafes kuşu tadında geçti. Anneciğimin kırklı yaşlarında, tam beş kız kardeşin üzerine "erkek kimliği" ile gelmem, "mucize çocuk" muamelesi görmeme yol açtı. Bu imtiyazı idrake başladığımda, galiba şımarmaya da başladım; ama küçükken yapılması gereken şeyler vardı: Öncelikle Kur"an öğrenmeliydim.

Ezanın ürke ürke okunduğu bir dönemde, pek tabii Kur"an korka korka öğrenilir. Arada bir jandarmalar geliyor, camie giriyor, ne okuduğumuza bakıyor, Oflu Hoca "ya sert sert bir şeyler söylüyorlar ve söylene söylene gidiyorlardı.

Başöğretmen Hikmet Bey (o tarihte ilkokulları müdür yerine başöğretmenler yönetirdi) her cumartesi öğle vakti tüm öğrencileri okulun bahçesinde sıraya dizer, parmağını mavzer tüfeği namlusu gibi suratımıza sallayarak, "Pazar günü camie gidenin dişlerini sökerim!" derdi.

Öylesine diş sökme meraklısıydı ki, dişçi olması gerekirken, yanlışlıkla öğretmen olduğunu düşünmekten kendimi alamazdım.

İlkokul hamâsi nutuklar dinleyerek ve milli bayramlarda hamâsi şiirler okuyarak bitti.

Başöğretmenim Hikmet Bey durmadan laik Türkiye "nin birikimlerinden, zenginliklerinden, cumhuriyetin faziletlerinden söz ederek geçmişi kötüler, sanki cumhuriyeti reddediyormuşuz telâşı içinde, göklere çıkarırdı.

Halbuki hepimiz cumhuriyet çocuğuyduk: Cumhuriyeti reddeden filan yoktu& Ayrıca hürriyet yok, ekmek yok, iş de yoktu.

Şimdi söyler misiniz lütfen: Bu serüvenin hiç yaşanmamış bölümünün, yani çocukluğumun, askeri darbelerle yaralanıp korkularla berelenmiş güzelliğinin, yani gençliğimin hesabını kimden sorayım?..

İdeolojik şiirlerle neslimin çocukluğunu çalanlardan, neslimin gençliğini sloganlar cehennemine fırlatanlardan, neslimin orta yaşında ise ülkemi bir açık hava hapishanesine döndürüp âdeta çocukluğumuzu, gençliğimizi, özetle mazimizi ve bir bakıma da geleceğimizi zindana atanlardan bir şekilde hesap sormak gerekmiyor mu?

Büyük hesap gününe inanmasaydım, herhalde çok mutsuz olurdum. Şimdiki halde, inancım en büyük mutluluğumdur!

Gazeteciliğe ortaokul sıralarında, okul müdürünün emriyle çıkarmaya başladığım duvar gazetesiyle başladım. İlk köşe yazımı da o gazete için yazdım. Ne yazık ki, ilk yazımı yazdığım ilk gazetemin ömrü yalnızca on beş dakika kadar oldu. Yazdığım ilk köşe yazısında, içindeki çelişkiler sebebiyle tarih kitabını eleştirmem okul müdürünün hoşuna gitmemiş, bu yüzden gazete duvardan indirilmişti&

Bu yüzden ceza almadım, ama sıkı bir tembihten geçirildim. Müdür Bey "e göre, önce okullarım bitmeli, büyümeliydim. Ancak bir yerlere geldikten sonra böyle eleştiriler yapabilirdim.

Okullar arka arkaya bitti. Büyüdüm, gazetecilikten emekli oldum. Yüz civarında da kitap yazdım. Ama hâlâ bildiklerimi, düşündüklerimi söylemeye bırakmıyorlar: "Başın derde girer!" diyorlar.

Aradaki kırk yıl, demokratik gelişme açısından hiç yaşanmamış gibi!

İlk kitabım Sunguroğlu"nu 1972"de yazdım. Sunguroğlu, henüz gazetede yayınlanma aşamasında iken büyük bir ilgi gördü. Ardından Buhara Yanıyor ve Elveda Buhara isimli kitaplarım yayınlandı. Bu ikisi gerçekten kırılması zor satış rekorları kırdı...

Bir yandan da Niyazi Birinci imzasıyla çocuklara yönelik eserler üretiyor ve bir günlük gazetede Şeref Baysal ve Veysel Akpınar imzalarıyla iki köşe yazısı birden yazıyordum.

Romanlarıma "tarihî roman" dediler, ama ben onları hiçbir zaman öyle görmedim. Bence yazdıklarım tarihî roman değil, bendeniz tarihin romanını yazıyorum. Yani tarihî olguyu romanlaştırıyorum.

Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda yüzlerce konferans verdim, çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından ödüllendirildim. Bazı kitaplarım Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıktı.

Birlik Vakfı tarafından 20 Kasım 2004"de "Tarihi Sevdiren Adam" unvanıyla ödüllendirildim.

Hâlen Vakit Gazetesi "nde köşe yazısı yazıp Moral FM Radyosu "nda "Hayatın Yorumu" başlıklı yorumlar yapıyorum. Aynı zamanda Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Danışmanlığı görevini de sürdürüyorum.

Uzun olduğunun farkındayım. Ne demiş Gelibolulu Âli Mustafa Efendi : "Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfurdan."

Bu cevap da biraz öyle olmuş gibi sanki!

SİNAN : Herkesin kaderinin tecellisi değişik zuhur eder. Tarihe merakınız, sevginiz nasıl başladı? Bunun müsebbibini ararsak, tarihî roman mecrasına girişiniz nasıl oldu diye sorsak, nasıl bir cevap verirsiniz, efendim?

BAHADIROĞLU : Yine korkarım uzuuuun bir cevap olacak...

Ortaokula gidiyordum. Denizci olduğu için ayda, yılda bir eve uğrayan rahmetli babam, bir gün elinde kalın bir kitapla odama girdi. Girer girmez de sordu: "Mehmed Akif "i seviyor musun?"

"Çok" dedim sorunun ne getireceğini düşünerek, "çok seviyorum."

"İstiklâl Marşı "nı biliyor musun?" diye sordu bu kez.

"Sular, seller gibi" diye cevaplandırdım sevinçle, "on kıtayı birden, okuyayım mı?"

"Mehmed Âkif"in el yazısından oku!.." dedi ve elindeki kalın kitabı masaya koydu&

Kitap açık vaziyette masanın üstünde duruyor, ama satırlar küsmüş gibi benimle konuşmuyordu. Çünkü benim öğrendiğim alfabeden farklı bir alfabe ile yazılmıştı. Demek çok sevdiğim Âkif, çok sevdiğim, okurken ve dinlerken heyecanlandığım İstiklâl Marşı "nı bu alfabeyle yazmıştı. Peki İstiklâl Marşı "nın yazıldığı alfabeyi ben niçin çözemiyordum? Bu soru çelik temren gibi beynime saplandı! Çözümsüzlüğün ortasında kala kaldım. Babam son derece üzgün bir yüz ifadesiyle: "Eyvah!" diye söylendi, "el yazısını okuyamadığına Mehmed Âkif çok üzülmüştür."

Belli ki babam da çok üzülmüştü. Sevdiğim iki insanı üzmüş olmak öylesine içime oturdu ki, Osmanlıca "Safahat "ı kaptığım gibi, bu işlerden anlayan akrabamız Remzi Amcaya götürdüm ve on beş gün içinde bu kitabı okuyabilir hale gelmem için yardım etmesini rica ettim. Çünkü on beş gün sonra babam gemisiyle sefere gidecek, kim bilir bir daha ne zaman eve dönecekti.

Çok şükür o süre içinde yazıyı söktüm. Ve babamın evden çıkmak üzere olduğu sırada karşısına çıkıp Mehmed Âkif"in el yazısını okuyabildiğimi söyledim. Oldukça şaşırdı ve bir iki yerden okuttu. Heceleye-kekeleye okuduğumu görünce yüzü aydınlandı. İstiklâl Marşı "nı okumamı istedi. Sesimi yükselttim: "Korkma , sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak&"

On kıtayı esas duruşta dinledi. Marş bitince, "Mehmed Âkif şimdi seni çok seviyor" dedi. Eşiği geçtikten sonra birden döndü. Gözlerimin içine gülümseyerek, ekledi: "Baban da seni çok seviyor."

Hayatım boyunca babamdan duyduğum tek sevgi sözcüğü budur ve bu yüzden İstiklâl Marşı "nın yüreğimdeki yeri çok ayrıdır.

Sefer dönüşü bir armağan getirdi babam. Yine Osmanlıca bir kitaptı: Tarih-i Nâima . Tarihe seyahatim bu kitapla başladı.

Ardından yazma merakı hafif hafif yüreğimi dürtükledi. Şiirler ve halk hikâyeleri türünden bir şeyler karalamaya yöneldim. Yazdıklarımı okuduğum herkes bayılıyor, ama ben bir türlü beğenemiyordum. Sürekli okuyup yazmaya devam ettim.

Tabii bütün bunların uzunca hikâyeleri var. Roman olarak ilk okuduğum kitap Sefiller . Hatta onun da bir hikâyesi var. Hayat zaten yaşanmış hikâyeler bütünüdür.

Neyse: Çocukluğumda Amerikan çizgi romanları ortalığı kasıp kavuruyordu. Tabiatıyla biz de Amerikalı uyduruk kahramanlara özeniyorduk. Aklım ermeye başladığında tepki doldum, ancak tepkiyi aktif hale getirmeliydim. Yerimde oturup söylenerek bir şey halledemezdim. Başta babamın armağanı Naima Tarihi olmak üzere okuduğum tarih kitaplarındaki kahramanlıkları düşünmeye başladım. Osman Gazi , Fatih , Yavuz ve diğerleri& Zaman içinde bir karar verdim: Kendi kahramanlarımı yazacaktım.

Bismillah ; Sunguroğlu&

Bence çok da iyi ettim!

SİNAN : Kitaplarınız bizim kuşağın ortaokul ve lise yıllarının başucu kitabı oldu diyebilirim. Hatırlarım da "Sunguroğlu" adlı romanınızdan dolayı ağabeyimin ilk çocuğuna bu ismi vermiştik ailece. Şimdi Malatya Fen Lisesi öğrencisi olan "Selim Sungur " adlı bu yeğenimin isim babası oldu eserinizin biri. Bunu konuda duygularınızı öğrenebilir miyim?

BAHADIROĞLU : Hiç sormayın: Benim kızım da aynı romanın genç kız kahramanı Nilüfer "den öylesine etkilenmiş ki, ilk torunuma Nilüfer ismini verdi. Dahası, konferans için gittiğim yerlerde bu tür şeylerle çokça karşılaşıyorum. Ya benim adımı veriyorlar çocuğa, ya da roman kahramanlarımın. İnsanın yüreği sevinçle vuruyor o zaman. Yazarın ödülü bu olsa gerek diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

SİNAN : "Buhara Yanıyor" adlı romanınızın üzerimdeki tesirlerini sözcüklere sığdırmam mümkün değil. Uzaklardaki boynu bükük kalmış eski kültür ve medeniyetimizin beşiği olan bu illeri o zamanlar siz bizlere anlattınız. Sizden öğrendik bu mazlum diyarların âhını. Bu eseri tam olarak ne zaman yazmıştınız?

BAHADIROĞLU : Sanırım 1974 yılıydı. Zor günler geçiriyordum. Eşim hastalanmıştı. Önce en küçük oğlumu uyutuyor, sonra okul çağındaki iki çocuğumu okula hazırlıyor, karlı havalarda biri bir omzumda, öteki diğer omzumda okula götürüyor, hızla eve dönüp eşime kahvaltı veriyor, ilaçlarını içiriyor, sonra da masanın başına oturup "Buhara Yanıyor"u yazıyordum.

Bu hengâme içinde bir de ayrı imzalarla iki köşe yazısı kaleme alıyordum. Bazıları "Bu kadar eser nasıl yazılır ?" diye soruyor. İşte böyle yazılır . Başkalarının kahvehanelerde, meyhanelerde tükettikleri zamanı değerlendirirseniz, ömür biriktirmiş olursunuz. Ömür, yazarda esere dönüşür.

SİNAN : Tarihi Roman vadisine girişiniz nasıl oldu? Bu nasıl esrarlı bir eldir ki, en iyi kalemi alıp çekti bu ıssız ve el değmemiş vadiye? Biraz bahseder misiniz?

BAHADIROĞLU : İkinci sorunun cevabında değinmiştim. Sanırım kararım "Harp ve Sulh "u okuduktan sonra kesinleşti. Yirmili yaşlardaydım. Müthiş bir tarihin içinden geldiğimiz halde kudretli romanlarımızın olmayışı beni tedirgin etmeye başladı. "Tarihi roman" adına yazılanlar tarihi arka plân olarak kullanıyor, hatta tahrif ediyorlardı. Dahası, "insan"sız romanlardı. Silik bir sürü kukla yatak odaları arasında mekik dokuyordu. Osmanlı ceddimin yaşam biçimine girdikçe, onları kadını, erkeği, çocuğu ve en önemlisi devlet yapısıyla tanıdıkça fark ettim ki yazılanlar gerçek dışı. İftira!

Önce üzülüp hüzünlendiğimi, ardından kızıp köpürdüğümü, en sonunda bağırıp çağırdığımı, nihayet durulup bir karar verdiğimi hatırlıyorum: "Tarihi romanlaştıracağım!"

Romanın etkisini biliyordum. Tarih bilincinin ancak hikâyeleştirilmiş tarihle sağlanacağına inanıyordum. Onu yapmaya çalıştım. Ceddim beni peşine takıp götürdü, anlayacağınız. Bazen rüyalarıma girip beni yönettiler. Bazen çalışma odamda doluşup daha hızlı yazmaya teşvik ettiler beni. (Merak etmeyin deli değilim. Ya da belki yazarın biraz deli olmasının kimseye zararı dokunmaz) Hayat boyu acele edişimin sebebi hem bu, hem de yazmak istediklerimi yazamadan göçme telâşıdır. Yine yazamadıklarım yazdıklarımdan daima fazla olacaktır. Bunu biliyorum. Bu yüzden hâlâ acele ediyorum.

SİNAN : Şimdi sizin eserlerinizle büyümüş olan biz genç yazar adaylarına tarihî roman hakkında ne gibi ipuçları verirsiniz? İyi bir tarihi eseri yazmanın püf noktaları vardır kuşkusuz. Lütfeder misiniz, efendim?

BAHADIROĞLU : Sorumluluk birinci basamak. Tarihe, topluma ve insanlığa karşı derin bir sorumluluk hissi. Çünkü dünya tarihi iç içe dairelerden oluşur. Birini bozmak tümüne birden haksızlık etmek anlamına gelir. Bunun hem dünyevî, hem uhrevî sorumluluğu vardır.

Hele de benim yazdığım insanlar sıradan insanlar değil, her birinin yerküremizde ayak izi, yüreğimizde yürek izi vardır. Yapmadıklarını yaptırmak, söylemediklerini söyletmek vebaldir. Bu yüzden romancı öncelikle konusuna hâkim olmak ve yazdığı tarihî kişiliklere karşı sorumluluk hissetmek zorundadır.

Romandaki insanlar "insan" olmalı. İnsan hata eden, yanlış yapan, zaman zaman günah işleyebilen bir varlıktır. Bir yanı iyi, bir yanı kötüdür. Şeytanı da meleği de bünyesinde barındırır. Genç yazarların düştüğü en büyük hata insanlarını tekdüze olarak oluşturmalarıdır: Ya iyi, ya kötü. Oysa her şeyi ile iyi, ya da tümüyle kötü insan yoktur.

Gerisine "meslek sırrı" deyip geçelim mi?

SİNAN : Yavuz Bahadıroğlu velut bir yazarımız. Bu kadar eseri bir ömre sığdırmak herkesin harcı değil kuşkusuz. Nasıl bir tempo ile bu kadar eser dile geldi? Bu kadar nadide eser hangi saatler de edebiyat dünyamıza merhaba dediler efendim? Belli bir saati var mıydı bu doğumların?

BAHADIROĞLU : İtiraf etmeliyim ki Aybike Hanımefendi, hiçbir romanım sorularınız kadar beni zorlamadı. İşin tuhafı zor da olsa sorularınızı cevaplandırmak hoşuma gidiyor. Çeşitli yayın organlarına şimdiye kadar onlarca röportaj vermeme rağmen, hangi saatlerde yazdığıma ilişkin bir soru ile karşılaşmadığımı itiraf etmeliyim. Benim bile aklıma gelmemişti doğrusunu isterseniz.

Roman yazmaktan hoşlandığım bir saat var, evet. Gece yarısı sonrası saatler. Gece yarısından bazen sabah namazı sonrasına kadar yazarım. İstanbul "un rutubetli sessiz yalnızlığını dinlerken yazmak galiba hoşuma gidiyor.

Ha bu arada, kitaplarım hakkında gösterdiğiniz duygusal yaklaşım için size çok teşekkür ederim. Ben övgülerinize lâyık değilim elbette, ama kitaplarım& Onları seviyorum. Bana hayattaymışlar gibi geliyor. Ben ve kitaplarım ortak bir serüveniz demiştim ya, gerçekten öyleyiz. Birlikte yaşıyoruz. Ama birlikte ölmeyeceğimizi en azından ben biliyorum. Onlar benden sonra da yaşayacaklar ve hizmet edecekler. İşte bu tecelli en büyük tesellimdir!

SİNAN : Şimdi Moral FM "de her sabah "Hayatın Yorumu" başlığı altında hayatı yorumluyor, ayrıca Sevgili Yayın Yönetmeni arkadaşımız Abdullah Arıdoru Beyefendi ile "Geçmiş Zaman Olur ki" adlı tarih programını yapıyorsunuz. Bu programlarla neyi hedefliyorsunuz?

BAHADIROĞLU : Kitaplarımda hedeflediğimi& Bildiklerimi dostlarımla paylaşmak& Bir anlamda "bilme"nin zekâtı, başka bir anlamda yazarın varlık sebebi, aşk odağı, şahdamarı& Tarih benim vaz geçilmezimdir. Edebiyat ve fikir de öyle. Seviyorum, sevdiğim işi yapıyorum, yazıyorum.

Dünyanın her yerinde binlerce, yüz binlerce dostum birikti. İnternet denen nimet (iyi kullanıldığı takdirde nimettir) uzağı yakın etti; dünyanın her yerinden selam ve dua geliyor. Dünyanın neresine gidersem gideyim, dostlarım tarafından kucaklanıyorum. Bu Allah "ın bir lütfü . Yazarın da mükâfatı& Umarım asıl mükâfatı, Allah "ın rahmetiyle ahirette alırız.

SİNAN : Radyoculuk hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bir romancı, bir radyo yorumcusu ve bir gazetecisiniz... En güzel sevgili hangisi diye sorsak?

BAHADIROĞLU : "Sevgili" olunca hepsi aynileşiyor gibi& Buna rağmen roman diyeceğim. Çünkü ben romancıyım. Ama hiçbir zaman "iş" gibi görmedim romanı, biliyor musunuz? Yazarlığı da "iş" gibi görmedim. Yazmak sevgi üretmektir. Hangi anlamda ve alanda olursa olsun, bu iş sevgisiz olmaz. Zira iğne ile kuyu kazabilmek için, yaptığınız işi çok sevmeniz gerekiyor.

Sadece yazmak olsa& Sevdiğim başka şeyler de yapıyorum: Meselâ bahçecilik& Yalnızlaştırılmış hayallerimle birlikte şehir gezileri& Konferanslar (öyle diyorlar, ama ben benim yaptığıma "sohbet-muhabbet" diyorum) için her yıl ortalama yüz bin kilometre yol yapıyorum. Bu tempoya rağmen neden yorulmadığımı soruyorlar. Seven insan yüksünmez, bıkmaz, üşenmez , yorulmaz . Siz Mecnun "a, "Leyla "nın peşinde koşmaktan yorulmadın mı?.." diye sorsanız, alacağınız cevap muhtemelen şudur: "Leyla "nın peşinden koşarak dinleniyorum."

Önemli olan Leyla "dan Mevla "ya ulaşmaktır.

SİNAN : Vakit gazetesinde günlük yazılar yazıyorsunuz. Bir romancı olarak bir günde tüketilen gazete yazıları, yukarıda bahsettiğim kalıcılık gibi bir güzelliğin yanında siz de ne gibi duygulara sebep oluyor?

BAHADIROĞLU : Vakit "te yazdığım yazılar (bence "köşe yazısı" [eski tabirle "fıkra"] tanımlamasına girmeyen, "makale" türüne daha yakın yazılardır) bir günde tükenen yazı türünden değil.

Onu gençlik yıllarımda yaptım, yıllarımı değişken siyasal yazılara kurban verdim. Şimdi Vakit "te vakti geçmeyen yazılar yazıyorum. Bir anlamda zihin egzersizleri yapıyorum. Yeteri kadar olgunlaşanları ise kitaplaştırıyorum.

SİNAN : Yavuz Bahadıroğlu , edebiyatın içinde bulunduğu durum hakkında neler düşünüyor? Düne göre edebiyatımız ne durumda? Türk Edebiyatı hakkettiği yerde mi, yoksa edebiyat baronlarının edebiyatı düşürdüğü içler acısı hususlar mevcudiyetini sürdürüyor mu?

BAHADIROĞLU : Edebiyatımız sizin tabirinizle "edebiyat baronları"nın tekelinde hâlâ. Bir eserin "edebî eser" olarak tanımlanması için baronlardan icazet alması gerekiyor. İcazet alabilmek için "mecburen solcu" olmak, milletin kıblesinin tersine yürümek icap ediyor.

Bu kıskacı kırmak zor! Aslına bakarsanız çok da umurumda değil. Halkım ne yaptığımı görüyor. Kadr -ü kıymet biliyor. Sevdiği yazarı okuyarak ödüllendiriyor. Şükran -ı nimet olarak belirteyim ki, "edebiyatçı", "sanatçı", "düşünür" filan gibi unvanlar altında lanse edilen yazarların konferanslarını kimse dinlemezken, benim konferanslarım, sohbetlerim izdihama dönüşüyor. Onların imza gününe üç-beş kişiden başka kimse gitmezken, benim imza günlerimde uzun kuyruklar oluşuyor.

Geçtiğimiz günlerde Bursa "da düzenlenen Tüyap Kitap Fuarı "nda da böyle oldu. Herkes farkı gördü&

Bir zümrenin yazarı olabilirsiniz, hatta devletin yazarı da olabilirsiniz; önemli olan milletin yazarı olabilmektir. Ben milletin yazarıyım! Bunu söylemek hoşuma gidiyor.

SİNAN : Yavuz Baharoğlu , ciddi bir okuyucu kitlesi olan saygın bir romancımız olarak günümüzde roman yazan romancılardan kimleri beğeniyle takip ediyor? Sevdiği yazarlar var mı? Bize birkaç isim zikrederler mi?

BAHADIROĞLU : Severek okuduğum yazarlar elbette var. Ama isim verirsem diğerleri darılır. Bu sorunuzu izninizle sükut ederek cevaplamış olayım.

SİNAN : Yazmayı isteyip de yazamadığınız bir konu var mı efendim? Varsa bu konu hangisidir? Ayrıca yazmak istediğiniz halde yazamamanızın nedeninden söz eder misiniz?

BAHADIROĞLU : Sultan Abdülhamit "i yazmak isterdim, bir türlü yazamadım. Sultan Vahideddin "i yazmak istedim, ama o da ne hikmetse yarım kaldı. Yazmak içimden gelmeyince duruyorum. Yazma isteği yazarın içinden gelmeli . O zaman işin içine yazarın yüreği karışır. Parmağıyla yazanlar yüreğiyle yazanlar kadar etkili olamazlar.

SİNAN : Niyazi Birinci şimdi nerede? Kendisini de beğeniyle okurduk. Şimdilerde neler yaptığını merak ediyoruz efendim?

BAHADIROĞLU : Niyazi Birinci Yavuz Bahadıroğlu "nun kiracısı durumunda. Çok geziyor. Çok konuşuyor. Derdini yaşıyor ve paylaşıyor. Galiba yayıncıların narına yandı! Çünkü yayıncılar şöhret arıyor. Niyazi Birinci yeteri kadar meşhur olmadığı için kitaplarını Yavuz Bahadıroğlu "na kaptırdı. Şimdi onun evinde misafir.

SİNAN : Biraz da yeni çıkan kitaplarınızdan söz etsek? Bunlar hangileri? Bu kitaplarınızın içinde en sevdiğiniz kitaplarınız var mı? Evlatlar arasında ayırım yapılmaz ama yine da öne çıkan duygularınız vardır her zaman. Bu hususta görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

BAHADIROĞLU : "Buhara Yanıyor" ile "Merhaba Söğüt " benim favori kitaplarım. Ama edebî açıdan "Cem Sultan "larla boy ölçüşmeleri mümkün değil. Tahtın eşiğine kadar gelmiş bir Osmanlı şehzadesinin derin hüsranı, yalnızlıkları, kendi iç çelişkileri, sevdaları ve nefretleri bu çalışmamda var. Bu kitapta insanın insanca gerçeğini yakalayabiliyorsunuz. Zaten insanı anlatmayı, tabii anlamaya çalışmayı da, seviyorum. Sanırım bu kitapta Cem Sultan "ı iyi anlattım. Bu işten anlayanlar da böyle söylüyor.

SİNAN : www .sanatalemi.net adlı kültür sanat sitemizi gördünüz mü? Bu site hakkında görüşlerinizi öğrenmek dileriz.

BAHADIROĞLU : Cehaletimi bağışlarsanız bir itirafta bulunacağım:

SİNAN : Estağfurullah efendim...

BAHADIROĞLU : Bendeniz bu elektronik araçlara tam anlamıyla adapte olamadım. Bu yüzden "site"ler "www " filanlar arasında mekik dokuduğumu söyleyemeyeceğim. Ben hâlâ kitabın sayfalarını koklayan, yapraklarını çevirirken keyif alan, yeni bir kitap elime geçtiğinde önce büyük bir zevkle seyreden biriyim. Ama galiba artık öğrenmem gerekiyor. Söz, ilk fırsatta sitenize girip bakacağım.

SİNAN : Son olarak bizlere neler söylersiniz?

BAHADIROĞLU : Hayat yarış, yakarış ve tırmanıştır. Tırmanışın "Müslümanca" olanı kimsenin yüreğine ve emeğine basmadan hayat yokuşunu tırmanmaktır sözümü tekrarlıyorum.

Emeğe ve yüreğe dikkat çekiyorum.

SİNAN : Bizi kırmadınız. Lütfettiniz. Çok teşekkürler efendim.

BAHADIROĞLU : Ben de size teşekkür ediyorum, içimde biriken duyguları sorularınızla deştiğiniz için. Herkese bin selam.

(www .sanatalemi.net )

www.steps365.com

Hiç yorum yok: